30 Nisan 2018 Pazartesi

Mayıs Karanlığının Işıkları


Bir Nisan ayının son gününde, sabah erkenden sokağa fırlamıştı Selim. Yaşamı güçleştikçe, düşünceleri karıştıkça, umutları azaldıkça, kendisine yakın bulduğu insanlar isteyerek ya da istemeden uzaklaştıkça, gerilerde ve çok gerilerde kaldıkça; evde kalmak ona çok zor geliyordu. Yürüyor, yürüyor, yürüyor; insanların yüzlerinde ve gözlerinde umut bulmaya çalışıyordu.

"Bu 1 Mayıs, bundan sonra neler yaşanacağını belirleyecek. 1 Mayıs'lar her yıl çok önemli olmuştur, emeğin değerinin geleceğini belirlemiştir. Ama bu yıl, her zamankinden farklı bir dönüm noktasındayız. Gücümüzü gösterebilirsek, Türkiye'nin önü açılacak. Aydınlık ve güzel bir geleceğe yürüyeceğiz. Çocuklar öldürülmeyecek, şeker de yiyebilecekler."

Geçmişte yaşadıkları artık o kadar geride kalmıştı ki, bu sözleri ne zaman, nerede ve kimden duyduğunu hiç hatırlamıyordu. Hatta duyup duymadığından bile emin değildi. Belki de aklından geçen milyonlarca düşünceden kalmış izlerden biriydi bu. Çocukluğunda Selman'dan da duymuş olabilirdi. Selman, çok uzaklara gitmeden önce, belki de Selim'in yanında bir arkadaşıyla konuşurken söylemişti bu sözleri. O yıllarda Selim bir an önce büyümek, Selman olmak istiyordu. Ne yazık ki büyüdüğünde, Selman artık yanında değildi. Hiç kimsenin yanında değildi.

"Emek en yüce değerdir."

Bu sözün de nerede ve nasıl aklında yer ettiğini hatırlamıyordu. Herkesin kuşku duymaksızın katılması beklenen bu söze, nedense çok farklı yorumlar getiriliyordu. Emeğe verilecek değerin nasıl ölçülmesi gerektiği, yapılan işlerin karşılığının nasıl ödeneceği sorularına kimse herkesin üzerinde anlaşarak benimseyebileceği yanıtlar vermiyordu. Kadınlar ve erkekler, gençler ve yaşlılar, patronlar ve işçiler, memurlar ve esnaflar, tarımda ve sanayide çalışanlar, elleriyle ve aklıyla değer üretenler, oturarak ve dolaşarak çalışanlar, işini yalnız ve çeşitli büyüklüklerdeki grupların bir parçası olarak yapanlar. Toplumsal yaşamın sürmesini sağlayan temel ürünleri ortaya çıkaran, karmaşık ve çeşitli bir üretim sistemi vardı. El ustalığı ürünleri yerlerini fabrika üretimine bırakınca, zanaat eski değerini yitirmişti. Makineler ve seri üretim egemen olunca, onları çalıştıran insan değerini yitirmişti. İşçiler emeklerini ucuza satmışlar, ancak üretimden gelen güçlerini ve üretmeme haklarını kullanıabildikleri ölçüde koşullarını biraz iyileştirebilmişlerdi. Selim, emeğin en yüce değer olduğuna inanmıştı. Yaşamak ve insan olmak emek gerektiriyordu. Dünyayı anlamak kolay değildi. Yaşamı anlamak daha da zordu. Serbest piyasa ekonomisinin yaşama bile biçtiği bir sayısal değer vardı. Sistemden yeterince gelir elde edemeyenler, kiralık katil olarak ya da organlarını satarak para kazanabiliyorlardı.

Artık çok yorgun ve çok yaşlıydı Selim. Düşünceleri onu güzel bir yolculuğa çıkaramıyor, insanlara götüremiyordu. Her işin en doğrusunu bilir gibi davranıp kendi doğrularını ve sistemlerini acımasızca herkese dayatan yaşlılardan nefret ediyordu. Onlardan biri değildi. Hâlâ genç görünse de; yarını düşünmeden bugünü mutlulukla yaşayabilenlerin coşkusundan da çok uzaktı. Kendi geçmişine verdiği değer, insanlığa saygısıyla birleşiyordu. En çok da, sıradan insanların yaşamın doğal güzelliklerinden bile ayırılmış olmalarına üzülüyordu. Çevre kirleniyordu, yaşam zorlaşıyordu, düşünceler kirleniyordu. Kirlenen düşünceler dünyayı daha hızlı kirletiyor, kirlenen dünya kalan temiz düşünceleri daha büyük bir hızla yok ediyordu. Işık hızıyla birbirine bağlanan sistem noktaları, ışık hızıyla büyütüyordu nefreti ve düşmanlığı, baskıyı ve savaşı, hastalıkları ve ölümü.

İnsanlar neredeydi? Niçin ışıklı izler gönderemiyorlardı; ışık hızıyla görüp gösteren, duyup dinleten, anlayıp anlatan, okuyup yazan bu yeni dünyanın yeni üreticileri? Artık emeklerinin değeri mi kalmamıştı, onlar mı kendi değerlerini bilmiyorlardı? Kollarının ve akıllarının anlamı artık bitmiş miydi, yoksa yeni güçlerini henüz anlamamışlar mıydı? İnsanlar neredeydi?

Bir Nisan ayının son gününde sabah erkenden sokağa fırlamıştı Selim. Keşke Mayıs'ın ilk gününde yine Sima'yı bulabilse, onunla yeni umutların peşinden gidebilseydi. Ama ne Sima vardı artık, ne önceki Işık, ne de sonraki. Yapayalnız bir Selim vardı yalnızca, korkusundan Melda'yı görmeyi bile asla düşünemeyen. Konuşabildiği iki üç eski arkadaşın arasına sıkışmış, ne yapacağınıı bilemeyen.

"Yeni emeğinin yeni güçlerinin farkına varabilir mi bir Mayıs ayının bir gününde, ya da herhangi bir çağın herhangi bir gününde; ışık hızında yaşamanın eşiğindeki bu yeni insan?" diye düşündü Selim.

Işık'ları artık bulamazdı. Sima'yı arayamazdı. Melda'ya gidemezdi. Yaşamında artık hiç kimse olamazdı.

"Yarın gidip sokaklarda dolaşırsam, yeni insanlardan bir başka Sima bulabilir miyim?" diye mırıldandı sessizce.

Altı yıl önce yaşadığı mucize geçti aklından. Sima'yı görmek, ona dokunmak, sarılmak istedi.

"Yarın dolaşırken akıl almaz bir rastlantıyla onunla karşılaşsam, yeni bir Sima ve yeni bir Selim olarak, yeni bir yaşama başlayabilir miyiz?"

Yaşamında artık hiç kimse olamazdı. Yaşamında hiç kimse olmadan, bir yaşamı olabilir miydi? 

29 Ağustos 2017 Salı

Yaşamak


Birden genç, yaşam dolu bir kız koşarak Selim'e doğru gelmeye başladı. Saçları hareketinin rüzgârıyla dalgalanıyor, bedeni coşkusundan yansıyan uyumla dans ediyormuş gibi görünüyordu. Gülümsüyordu, sevinçle bakıyordu, mutlulukla gülüyordu, bir an önce kavuşmak ister gibi acele ediyordu. Selim şaşırdı. Kendisini üniversite yıllarında hissetti. İçi büyüyen bir umutla doldu. Kim olabilirdi sabah yürüyüşüne bir güneş gibi doğan bu güzellik? İçine gömüldüğü karanlığı bile dağıtacak kadar güçlü bu ışık nereden gelebilirdi?

....

Selim uzunca bir süredir yaşamdan yavaş yavaş ayrılmakta olduğunu hissediyordu. Umutlu olmaya çalıştıkça karamsarlığın bataklığına gömülüyordu. Öyle zor ve ağır dönemlerden geçmişti ki, artık tanık olduklarını yazmak bile istemiyordu. Ölümcül bir hastalığa yakalanıp ölmemiş gibiydi, uçurumdan düşüp parçalanmış gibiydi, bedeninin ve aklının iyileşmesini bekliyordu. Umutsuz bir bekleyişti bu. İçini kurutan bir acıydı. Tanık olduğu bir acılar zincirinin Selim'de bıraktığı dayanılmaz izdi.

Genç kız Selim'e umudu hatırlatmıştı. Melda, Sima, bir de yeni tanıştığı ama kısa sürede neredeyse tüm evreni paylaştığı, Selim'i isyan ettiren bir sonla bu dünyayı bırakıp gitmiş Işık belirmişti gözlerinin önünde.

"Öldürdüler ne varsa bu canım topraklarda" demiş, kahrolmuştu.

....

Selim anılarında umut gibi parlayan bu sözlerin peşine düştü.

Galiba, birlikte geçirdikleri ve ikisinin de inanılmaz mutlu olduğu o günde Melda'ya okuduğu bir şiirdeydi bu sözler. Selim'in sevdiği, zaman zaman hatırladığı, yalın ve anlamlı bulduğu, umutsuzluğu doğanın gücüyle dağıtma büyüsü taşıyan bir şiirde. Şiiri nereden bulduğunu bilmiyordu, Melda'nın neler söylediği de kalmamıştı aklında, yalnızca etkilenerek sevgiyle baktığı, birdenbire yaklaşıp sarıldığı o sahne geliyordu gözlerinin önüne.

Selim şaşkındı. Melda'yı da, Sima'yı da, Işık'ı da çok özlüyordu. Melda da, Sima da, Işık da yoktu. Çok uzaktaydılar. Işık'la bu evrende bir kez daha karşılaşması olanaksızdı. Melda ve Sima'yı belki yeniden görebilirdi. Görüşmeleri yitirdikleri güzelliklerin mi, yeniden başlayabilmenin zorluklarınının mı izlerini taşırdı?

Genç kız yaşamanın güzelliğini, anlamını anlatıyordu. Yaşamak, yaşamaktır.

Selim şiiri buldu. Artık yaşamayan çevirmenini ve içinde yer aldığı derlemeyi yayına hazırlayan şairi de.

"İşte size bir başarı testi, bir arama yapın bakalım geride bıraktıkları izlerde" dedi. "Yaşam mı karşınıza daha çok çıkacak, ölüm mü?"

Çevirmen ve şair yaşıyordu.

....

Güneş, hızını azaltmadan Selim'in yanından geçip hızla uzaklaştı.

7 Temmuz 2017 Cuma

Selim'in Korkusu


Selim korkuyordu. Çok korkuyordu.

Gençliğini düşündü. Ne kadar korkusuzdu. Korkusuz muydu gerçekten?

O günlerde geleceğe inanıyordu, güzel günlere inanıyordu, insanlığa inanıyordu, insanlara bile inanıyordu. Güvende olduğunu düşünmüyordu. Yaşamında tanıdığı korkusuz bir kişi varsa,  abisi olmalıydı, Selman olmalıydı kuşkusuz. En zor dönemlerde elinden geleni yapmış, çevresi için bir ışık, gelecek için bir umut olmaya çalışmıştı. Selim de elinden geleni yapmıştı ama Selman'ın yaptıklarını yapmayı, yaşadıklarını yaşamayı göze alamamıştı. Belki Selman onu kendisinden bile iyi tanıyordu. "Sen uzak durmalısın bu işlerden" demişti. "Yalnız kendine değil, başkalarına da zarar verebilirsin. Oysa bana anlattıklarını bu toprakların güzel insanları için bir ışık olacak bir dille yazmayı başarabilirsen, onlara inanamayacakları kadar büyük bir güzellik gönderebilir, yaşamlarında yeni yollar açabilirsin." Selim başına gelebileceklerden korkmamış mıydı, başına neler gelebileceğini anlamamış mıydı? Nedeni ne olursa olsun, abisinin söylediklerini yapamamıştı. Yitirilmiş yıllardan sonra, ancak yapayalnız kaldığında yeni bir başlangıç yapmaya çalışmıştı.

Selim korkuyordu. Çok korkuyordu. Selman kırk yıl önce 1 Mayıs'ta Taksim'deyken orada, onu götürmeyen abisinin yanında olmadığı için çok daha fazla korkmuştu. Kendisi yaşamın çalkantılı dünyasına katıldığında da işlerin içinde olduğu sürece olabilecekleri fazla düşünmüyordu. Ama yalnız kaldığında, hele son yıllarda sürekli yeni korkulara kapılmaya başlamıştı. Selim'in Selman için hep endişelendikleri çocukluk dönemlerinde silahlar patlıyor, insanlar ve kahveler taranıyor, bombalar atılabiliyordu. Yine de olayların dışında kalanlar, kendilerini bir ölçüde güvende hissedebiliyorlardı. Çatışmalar belirli alanlarda sürüyordu. Oysa şimdi, neredeyse hiçbir kural kalmamıştı.

Yaşamı boyunca çektiği acıları düşündü. Önce sevilmemekten korkmuştu, sonra Selman'ı yitirmekten. Yine de umutlu olmanın, yaşamanın bir yolunu bulabilmişti. Geleceğin güzel olacağına inanmayı başarabilmişti. Şimdi? Şimdi de inanıyordu. Ama bunun bedelinden korkuyordu. Kendisi için değil, hiçbir şey yapacak gücü yoktu zaten. Bütün içtenlikleriyle, sıcaklıklarıyla, sevgileriyle, umutlarıyla kendilerine doğru gelen bir yön bulduklarında yollara dökülen gençler için korkuyordu. Suruç'ta yaşanan patlamayı düşündü. Kaç genç ölmüştü orada? Sonra Ankara Garı geldi aklına. Bir garın tarihine böyle büyük bir acı bulaşması ne kadar acıydı. Sonrasında da ne çok olay olmuştu. Peki sorumlular bulunmuş, topluma güven verilmiş miydi?

"Kaç genç ölmüştü orada?"

Ne kötü bir soruydu bu. Belki de yetkililer de insanları sayılar olarak gördükleri için böyle kolayca alabiliyorlardı bu toprakları sonu belirsiz acılara götürebilecek kararları. Hukukla ve adaletle sağlanacak güvenliği önemsemiyor, kuralsızlıkla ve güç kullanarak yalnızca kendi çıkarlarının peşine düşüyorlardı. Peki bu işleri yapanlar, bu sistemsizliğin kendi çocuklarının bile geleceğini kararttığını bilmiyorlar mıydı?

Selim korkuyordu. Çok korkuyordu. Selman'la, sonra kendi yaşadıklarıyla bitmemişti acıları. "Niçin böyle acımasızca cezalandırılıyor insan olmak?" diye sordu bir kez daha. Son yıllarda gençlerin üzerinde yoğunlaşan baskılar için çok üzülüyordu. Gençler yaşlılara inanmamayı, yaşlılar gençleri sevmeyi öğrenebilir miydi?

Selim toplumların ancak ortak bir adalet bilinciyle birlikte yaşayabileceğine inanıyordu. Belki de tek yapılması gereken, bu kavramı her türlü kişisel çıkar kaygısının etkisinden uzak tutabilmek, güçlüyü değil korunması gerekenleri korumanın yollarını bulmaktı.

Selim korkuyordu. Çok korkuyordu. Adalet isteyen milyonlarca insana akıl almaz saldırılar yapılmasından korkuyordu. Geleceğin karanlık olmayacağını biliyordu, ama yeterince acı yaşanmıştı. Yeni acılar olmamalıydı. İnsanlar birbirlerini güven, mutluluk ve umutla kucaklamanın yollarını bulmalıydı.

"Adaleti korumanın, sağlıklı bir hukuk sisteminde barış içinde yaşamanın yolu nedir?" diye düşündü. Geçmişin uzun tartışmalarında bu soru için buldukları yanıtları hatırlamaya çalıştı. Aklına yalnızca anlaşmanın, ortak kararlara varabilmenin ne kadar zor olduğu geldi.

Selim korkuyordu. Çok korkuyordu. Adalet isteyen milyonlarca insana akıl almaz saldırılar yapılmasından korkuyordu. Yine de onların yanında olması gerektiğini düşündü. Selman ve eski dostları geride kalmıştı. Yeni, henüz nereye gideceğini bilemeyen, ama geçmişin ışıklarını kendi düşlerinde yaşatan genç arkadaşlarının yanında olmalıydı. Onlar için çok korkuyordu. Bir acıyı daha yaşayacak gücü yoktu.

"Orada olursam, binlerce kişinin yaşamını almış karanlık güçler yine çılgınca bir saldırı düzenlerse, belki de bu kez ben olurum giden. Geride kalarak gidenlerin acısını bir kez daha yaşamak zorunda kalmam." Kalması için bir neden var mıydı? Melda? Sima? Genç dostları? Gizli umutlar? Yaşamla sözcüklerle, ışıkla, sesle, dokunarak, koklayarak, tadarak kurulabilecek bir bağ? Bir neden var mıydı? Kalmalı mıydı? Gitmeli miydi?

Adalet isteyen yurttaşlarının sesini duymayan, onların güvenliğini sağlamayan bir devlet, çöle dönüşmüş bir bahçeden başka ne olabilirdi? O devletin bir geleceği olabilir miydi?

....

 Selim uzun yürüyüşün fotoğrafına baktı. Adalet arayan milyonlarca insanın adalete ulaşmasını,  akıl almaz saldırılar olmamasını umdu. Yanlarında olmak istedi. Öyküsünü okumadan evden çıktı.

15 Haziran 2017 Perşembe

Gandi


Selim'in eli uzun süredir ne kaleme kâğıda, ne de klavyeye gidiyordu. Düşünmek istemiyordu, konuşmak istemiyordu, yazmak istemiyordu, çıldırmak da istemiyordu ama gerçekten içinde hiçbir söz kalmamıştı. Öfke ve nefret duyuyordu, yaşamına, kendisine, geçmişine, yanlışlarına, umutsuzluğuna, yalnızlığına, tembelliğine, çaresizliğine, beceriksizliğine, aklınca iyi ve güçlü başladığını sandığı yaşamının altında her geçen gün biraz daha ezilmesine. Çevresinde tutunacak bir dal bile bulamayan biri nereye gidebilir?

Ama o gün, yeniden büyük bir coşkuyla, yine bitiremeyeceği bir öyküye başladı. Bir Gandi gerekiyordu 21. yüzyılda da, gelmeli ve uzun uzun yürümeliydi. Sağır yürekler bağır bağır bağırılan acıları artık duyana dek. Yürümeliydi. Uzun süredir havada bir ağırlık vardı. Sanki yaprak kımıldamıyor, bir damla yağmur bile yağmıyordu. Bu yüzden, Mahatma Gandi’nin Hindistan’da deneyip başarıya ulaştığı barışçıl eylemin bir benzerini hayata geçirme kararı alan birinin çıkabilmiş olmasına sevinmişti. Utandı. "Oturuyorum, yatıyorum, kalkıyorum, dolaşıyorum, yazıyorum, okuyorum, hiçbir iş yapmıyorum, insanlığın üzerinde ağır bir yükten başka bir şey değilim" diye geçti aklından. Yine de iki Gandi gördü yan yana yürüyen. Birisi zaten buradaydı, diğeri tuz yürüyüşü yaptığı 1930'dan çıkıp gelmişti.

"Tuz ve ekmek bile önemli değil artık" dedi yaşlı Gandi. "Önemli olan insan olmak, onurunu korumak, insan gibi düşünmenin, sevmenin, inanmanın ve yaşamanın değerini bilebilmek."

"Suyun, tuz ve ekmeğin önemlerinin olmaması için öncelikle olmaları gerek" dedi genç Gandi.

"Evet, var. Su, tuz ve ekmek artık var. Parası olmayana da dağıtıyorlar. Bunu sen bilmiyor musun genç dostum?"

"Biliyorum ama o kadar da yok. Yardım halkalarının dışında kalanlar büyük acılar çekiyorlar yine de. Ama insan gibi yaşamak çok önemli kuşkusuz. Bu yüzden hukuk ve adalet, en az ekmek ve tuz kadar gerekli."

Birlikte yürüdüler. Yaşlı olanın dilinin ucuna kadar gelmişti, "Hâlâ ekmek tuz edebiyatı mı yapılıyor?" diye soracaktı. Sustu. Genç dostunu üzmek istemiyordu. Zor dönemlerden geçmiş, geçmekte olduğunu anlıyordu. Belki acımasızca denizin tuzunu emen İngiliz tuz tekeli gibi, bu topraklardaki hukuku, barışı ve kardeşliği emip umutları tüketen karanlık güçler de bu sessiz tepki karşısında gerilemek zorunda kalırlardı.

"Niçin yürüyorsun?" diye sordu yaşlı Gandi.

"Adaletin olmadığı bir ülkede yaşamak istemiyoruz. Her özgür ve uygar ülke gibi, kendi ülkemizde barış içinde yaşamak istiyoruz. Bıçak kemiğe dayandı artık. Yeter diyoruz. Bunun için yürüyüşümüzü başlatıyoruz" dedi genç olanı.

Artık genç Gandi yalnızdı. Yaşlı Gandi, usulca ayrılmıştı yanından, tarihteki yerine dönmüştü.

....

"Aynı ırmağa iki kez girilmez" diye düşündü Selim.

Peki aynı ırmağa iki kez giremezsek, her defasında yeni bir ırmağı nasıl bulabilirdik?

Son zamanlarda yazdıkları onu hiç mutlu etmiyordu. Bir coşkuyla başlayıp bir tükenmez kalem ve  düşüncelerinin hızıyla üzerini hemen dolduruverdiği kâğıdı bir kenara bırakıverdi.


http://seliminoykuleri.blogspot.com.tr/2016/11/selimin-oykuleri.html

30 Kasım 2016 Çarşamba

Selim'in Öyküleri


Uçurtma yükseliyordu gökyüzünde. Kadın uzakların ötesine bakıyordu. Çocuk neşeliydi. Gökyüzü sonsuzluktu. Toprak denizdi. Sima umuttu, yoktu. Selim oğlu gibi, kızı gibi sevmişti yeni tanıdığı gençleri. Selim'in çocuğu yoktu. Geleceği yoktu. Karanlıkta incecik bir ışık yoktu. Olmalıydı. "Yapamadım, yazamadım, yaşayamadım" dedi Selim. "Hiç değilse doğanın ışığı kalmalı benden geriye."

Esin Perisi

Selim ile Sima
Yılın Son Günü


Selim’in Küçük Öyküleri

Selim’in Küçük Öyküleri (Sanatlog)
Huku'nun Ölümü (Sanatlog)
Som Acı (Sanatlog)
Vicdan Pusulası (Sanatlog)
Küçük Bir Not (Sanatlog)

Gandi
Selim'in Korkusu
Yaşamak
Mayıs Karanlığının Işıkları
İnce Çizgi
Çocuklarımı Öldürdüler
Selim'in İlk Traşı
Selim'in Mustafa'ları
Selim'in Aynası 
Selim'in Nitelikli İlişkileri
Selim'in Küçücük Öyküleri
Bir Genç Kızın Yalnızlık Defteri
Güllerin Şiiri
Yaşam Perisi
Işık'ın Öyküsü
Işık'ın Günahı
Işık'ın Mucizeleri ve Yaşamanın Akılalmaz Güzelliği
Selim'in Kitapları ve Yazarları
Selim'in Düşleri
Topraktan, Sudan ve Havadan Kalan
YZ’nin ZK’si
Ay Parkı
Selman'ın Sigarası
Yarın Nasıl Olacak
Selim'in Ölümü 
Selim'in Savaşları

Met ile Meri 2084


 Seni Seviyorum Erdoğan

 Taipidos